21 Ağustos 2009 Cuma
BAZEN
Nefes almak değildir , yaşamak...
O'nunla gülüp, O'nunla ağlamaktır...
Sarı -Kırmızı olmaktır , her an O'nu solurcasına...
*
Bazen ...
Özgürlük , çimlerde koşmak değildir...
Sevdası uğruna prangaya vurulmaktır...
Hep O'na tutuklu kalmışcasına...
*
Bazen ...
Başarı ... Para , Kupa kazanmak değildir...
İnsanların yüreğine dağlanmaktır ...
Damarında , kanında yaşarcasına ...
*
Bazen ...
İmparatorluk , ülkeleri ele geçirmek değildir...
Bir Meşin yuvarlakla , Yürekleri fethetmektir...
Sınır tanımadan hüküm kurmaktır , Milyonlarcasına...
*
Bazen...
ASLAN , bir hayvan değildir...
Bir Simge , bir Semboldür ...Tarifsiz güçtür ...
Ruhundaki asalete yazılmışcasına...
*
Bazen ...
Cehennem...Öbür dünya değildir...
Taraftarla coşmuş , SAMİYEN'dir ...
Alev alev yanarcasına...
*
Bazen ...
İmkansız ...Olmaz değildir...
7 kişi 7 Sıfır yenmek , Ağları delmek , Şampiyonluktur Milenyumda ...
Hayalleri gerçek yapmaktır...Sahaya her çıktığında...
*
Bazen ...
KRAL olmak , Taç giymek değildir...
Soyunu sevgiden , Ünvanı halktan almaktır...
Her doğan bebenin METİN olmasıdır...
Kuşaktan kuşağa akarcasına...
*
Bazen ...
VEFA...Semt adı değildir..
14 yıl kan kusup , ölümüne arkasında durmaktır...
Her şartta , yıkılmaz bir duvarcasına...
*
Bazen ...
Tarih, tozlu bir sayfa değildir...
Gerçektir , yaşamdır....1905'te doğup Ciltlere sığmamaktır...
Destanların değişmez yazarı olurcasına...
*
Bazen ...
GÜÇ , bir sıfat değildir...
Evsiz barksız , beş parasız , en zorda , tüm dünyayı ayağa kaldırmaktır...
Üstünde sade bir parçalı formayla ; kolaycasına...
*
Bazen ...
Cesaret , Korkuyu yenmek değildir...
Onbinlerce rakibin arasından geçip, kalesine Bayrağı dikmektir...
Tek başına...Kimse yokmuşcasına...
*
Bazen ...
Sevgi...Anne , Baba , Eş , dost değildir...
Onlardan ötedir...Tutkudur Renklere , Armaya ...
Ayrılmaz parçanmışcasına...
*
Bazen ...
Hayat herşey değildir...
Ama herşey bana GALATASARAY'dır...
10 Ağustos 2009 Pazartesi
5.GÜN
Sabah 05.30 start verdik güne. Otelimiz yemekleri hariç şu ana kadar kaldığımız en iyi oteldi. Zorlu Grand Otel. Şehir merkezinde bir otel. Gece Trabzon şehir merkezini dolaştık. Taksim meydanında çay içtik. Ufak bir dondurma krizi yaşadık. Vanilyalı dondurma bulamadık. Trabzon şehri, tipik bir deniz kenarindaki Anadolu şehri. Minibüs bolluğu dikkatimizi çekti. Metrobüs gibi düşünün, bir sürü minibüs. Bugün de sabah bir aksilik yaşıyoruz, bir yolcu insülin iğnelerini unutmuş. Otele geri döndük. Saat 07.50, Zigana geçidine doğru yola çıktık. Yaklaşık 45 dakika yolculuk yapacağız. Değirmendere'yi solumuza alip dereyi takip ediyoruz. Değirmendere, yukarılara doğru Coşandere ,daha da ileride Meryem Ana deresi olarak isim değiştiriyor. Yine yeşil, yine dereler... saat 08.20, Maçka ilçesine girdik. İlce Trabzon'un iç taraflarında kalan ender ilçesinden biri. Eski ismi makçukaymış.Anlamı dağ yamacı demekmiş. 1924 yılına kadar Rumların ağırlıklı olduğu bir merkezmiş. Buna etken tabii ki manastıra yakınlığı. Mübadele sonunda bölgede rum kalmamış.
Zigana geçidine giderken sağ tarafta Vazelon manastırı var.Burası Sümela gibi ayakta kalamamış . Sümela manastırıyla aynı zamanlarda aktif durumdaymış. Daha cok vaftiz kayıtlarının yapıldığı manastır olarak görev yapmış. Zigana dönüşünde Hamsiköy'de sütlac yiyecegiz. Hamsiköy, beş köyün toplanmasıyla oluşmuş bir köy. İsmi buradan geliyor. Arapça beş hams demekmiş. Köy ipek yolunun duraklarından biri. Zigana geçidi açıllmadan Karadeniz'i doğu Anadolu'ya bağlayan yol Hamsiköy'den geçiyormuş. Tünel 1989 yılında açıldıktan sonra, onbir saat olan Erzurum-Trabzon arası dört saate düşmüş. Zigana Dağları 2700 metrelerde geçit verir. Geçitin uzunluğu 1700 metre. Hamsiköy'un ünlüsü sadece sütlaç değil, aynı zamanda Volkan Konak da Hamsiköy'lü.
Zigana tünelinin iki ucu arasinda 100 metre rakım var. Genelde bir ucu yağmurlu ise diğer ucu günlük güneşlik olabiliyormuş. Tünelden çıktığınız anda bitki örtüsü de değişiyor. Hamsiköy'de Saadettin Usta'nın yerinde meşhur sütlacı yedik. Ama neden meşhur anlayamadık. Bildiğimiz fırında sütlaç. Sütlaç burada ticari bir kaynak olmuş. Bu saatte yemeseydik daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Korkarım biraz kilo aldım. Ne kadar dikkat etsek de kaçıyor. Dünden kalan bir olay anlatayım; Ovit geçidinden aşağı inerken, bir otel var. İsmi Genesis otel. Yanlış anlamayın "Yaratılış" anlamına gelen "Genessis" değil, "Yine sis" anlamında Genesis.Yaratıcı Karadeniz insanı. Altındere milli parkına girdikten sonra, yolun geri kalan bir kısmını yine minibüslerle ve yine Sebastian Loeb'i kıskandıracak manevralarla geçtik. Yolda Sümela manastırını uzaktan fotoğrafladıktan sonra, minibüslerden indik ve yürümeye başladık.
Karadeniz'in çok fazla tarihi eseri yok. Bir Sümela manastırı, bir de Ayasofya. Sümela manastırının tarihi efsanelere kadar dayanıyor. Vaktiyle Atina'da bulunan Meryem Ana'nın ikonası durduk yerde kaybolur. İki tane dine yakın genç, bu ikonayı aramaya çıkarlar ve şu anki Sümela manastırının bulunduğu yerdeki büyük mağarada bulurlar. Burada bir ibadethane kurarlar. Daha sonra bir sürü irili ufaklı eklemelerle burası manastıra dönüşür. Manastır en şaşalı dönemini Kommenoslar döneminde yaşar. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Karadeniz'i fethettikten sonra manastırı koruma altına almıştır. Yavuz Sultan Selim, otuz küsür sene Trabzon valiliği yaparken burada yaralanmıştır. Rahipler manastırda kendisini misafir edip tedavi etmişlerdir. Yavuz Sultan Selim ise bunun karşılığı olarak dört adet altın şamdan hediye etmiştir. Zaten o dönem manastır bağışlarla yaşamını idame ettirmekteydi. 1924 yılına kadar aktif faaliyet gösteren manastır, bu tarihten itibaren boşaltılmış ve 1970 yılına kadar atıl durumda bırakılmıştır. Bu zaman zarfında çobanların konaklamak için kullandıkları yer olmuştur. Çobanların ısınmak için yaktıkları ateşten dolayı çıkan yangınla manastır ciddi zarar görmüştür. Sonradan yapılan restorasyonun da çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.
Şimdi burada bir saptama yapalım; Bizim dışımızda tüm Dünya'nın kültürel miras olarak görüp koruyacağı manastır içindeki fresklerin üzerinde yüzlerce isim yazıyor. Bunun psikolojik boyutu nedir, bilmiyorum ama tarihe geçmek isteyen sünger beyinlilere, bunun böyle olmayacağını anlatmak lazım. Vandalizmi bu kadar benimsemiş bir grup insan yüzünden topraklarımızın geçmişi yok oluyor. Biz fresklere geri dönelim. Öncelikle fresk ile ikona arasındaki farkı açıklamak istiyorum. İkona yerinden sökülüp götürülebilen resimlerdir, yani bir nevi tablo. Fresk ise duvarlara yapılan resimlerdir. Manastırdaki fresklerde insanlığın başlangıcından yani Adem ve Havva'dan itibaren oluşan gelişmeler anlatılıyor. Ademile Havva'nın yasak elmayı yemesi, İsaPeygamberin doğumu, vaftizci Yahya, İsa'nın arkadaşı Lazarus'u ölümünden üç gün sonra diriltmesi, 7. İznik konsülü gibi gelişmeler anlatılıyor.
İsmail'in de dediği ve benim de katıldığım bir tespitten bahsedelim; Herkes gçrmüştür manastırın uzaktan resmini muhakkak. Muhteşem sayılacak bir görüntüdür. Bu görüntünün tam tersini düşünün, iite manastırın içi bu kadar kötü. Buna sebep kötü restorasyon.
Şehir içerisindeki Ayasofya Kilisesine geldik. Kilisenin restorasyonla birlikte ortaya çıkan freskleri iyi durumda. Öncelikle freskler niye bu kadar iyi durumda ondan bahsedeyim. Fatih, 1461 yılında Trabzon'u fethettiği dönemde İstanbul'da olduğu gibi Ayasofya'yı cami yapmış. Kilisedeki duvarları da camiye uysun diye sıvamışlar doğal olarak. Böylece günümüze kadar freskler bozulmadan ulaşmış. Türkiye'de üç tane Ayasofya var; İstanbul, İznik ve Trabzon. Ayasofya ismi, "Kutsal bilgelik" anlamına gelen "Hagia sophia" dan geliyor. 1204 yılında İstanbul'un işgalinden dolayı İstanbul'dan kaçan Bizans beyliğinden iki soylu prens bu bölgeye gelir. Teyzeleri olan Gürcü prenses Tamara'nın yardımıyla kurdukları Kommenos Devleti bölgede hüküm sürer. Ayasofya fetih ile birlikte cami olmasının üzüntüsünü yaşayan rahipler,bu olaydan sonra siyah giymeye başlarlar. Ayasofyanın özlemini duyan rahipler Trabzon'daki kiliseyi yaparlar. Geri kalan hikaye ayni 1958-1962 arası restorasyon. Oncesi atıl durumda bir cami. 1964 yılında müze olmuş. Kilit taşı üzerinde doğuya bakan Kommenos'ların simgesi olan kartal kabartması var. Ve her sonradan camiye dönüştürülen yapılarda olduğu gibi girişte cin suresi yazılı.
Hristiyan dininde iki çok kutsal melek vardır. Bunlar Tanri'yla direk temasa geçebilirler. Bu iki melekten biri dört kanatlı, diğeri ise altı kanatlıdır. Bu kanatlardan ikisini uçmak için kullanırlar. Diğerleri yüzünde ve bedenindedir. Bu en yüksek mertebededeki meleğin ismi Seraphim'dir. İşte Ayasofya kilisesinin tavanında bu iki meleğin tasvirleri bulunur. Türkiye'de sadece burada va İstanbul'daki Ayasofya'da bulunur. Oradaki de yeni ortaya çıkarılmış ve burada seraphim'in yüzü de görünmektedir. Bu meleklerle ilgili beni bilgilendirdiği için Ümit arkadaşıma teşekkür ediyorum.
Miletoss'lular şehre ilk geldiklerinde Trabzon kalesini yamuk bir masaya benzetmişler ve bu anlama gelen Trapessus demişler. Günümüze kadar bu isim Trabzon olarak gelmiş.
Daha sonraAtatürk köşküne geçtik. Köşk 1898 yılında Rum Konstantin Kabayanidis tarafından yapılmış. 1924 yılında mübadele sonucu evini terketmek zorunda kalmış. Atatürk 1924, 1930 ve 1937 yıllarında Trabzon'u ziyarete gelmiş. Bu köşkü çok beğendiğinden kendisine hediye edilmiş. Atatürk'ün burada verdiği iki önemli karar var. 1937 yılında vasiyetini burada yazmistir ve yine 1937 yılında Dersim isyanında burayı karargahı olarak kullanmıştır. Hatta bu isyanı bastırmak için 1934 yapımı, üzerinde kendi yazısıyla taktiklerini yazdığı bir harita mevcut. Haritada o zamanlar Hatay bize bağlı olmadığından sınırlarımız dışında görünüyor. Atatürk'ün vasiyetine gelince, Atatürk tüm mal varlığını kendi halkına bağışlamış ama Atatürk ölünce devlet burayı manevi kızı Makbule Hanım'a devretmiş. Daha sonra 1943 yılında Atatürk müzesine dönüştürülmek üzere 10000 TL. istimlak bedeli ödenerek satın alınmış. Köşkte resim çekmek yasak olduğundan -ki bana göre doğru bir karar. Biz flaşsız resim çekmeyi bile beceremiyoruz- fotoğraf çekemedik. Ama müze oldukça iyi durumda. Çıktıktan sonra karayemiş hırsızlığı yapmaya çalıştık ama bulamadık.
Artık istikamet Fatsa. Otele kadar üç saatlik bir yolumuz var. Oteli ve gecirdiğimiz akşamı da yarın yazariz artık.
7 Ağustos 2009 Cuma
4. GÜN

Uzungöl hakkında çok fazla bilgim yoktu buraya gelene kadar ama sanirim buyuleyici bir guzelliği var, öyle tahmin ediyorum. Uzungöl güzel bir yer. Solaklı deresinde olan heyelan sonucu göl ortaya çıkıyor demiştim. Galiba bu yüzden suyu çok berrak değil. Gölün manzarası çok güzel. Resim çektirecekseniz caminin tam karşısından çektirin, boylece camiyi, gölü ve ufacık adayı da ayni resim içerisine alabilirsiniz. Gölün sağ kenarına duvar yapılmış. Bu duvar bir ara kamuoyunu ciddi bir şekilde meşgul etmişti. Gölün yanına 12 metrelik yol açılmış. Bu yol açıldığı için sel ve heyelan baskınlarını önlemek için de bu yüzkarası duvarı inşa etmişler. Uzmanlar tarafından bu duvarın gölün ekosistemini bozduğu söylenmekte. Çirkinlik abidesi bu duvarın görüntüsünü biraz olsun güzelleştirmek için, duvarın tamamını sarmaşık ile kaplamaya karar vermişler. Makyaj yapılacak yani. Çirkin duvar yoktur, az sarmaşık vardır... Uzungöl'den yukarıya, Yente Yaylasına çıkıyoruz. Yol o kadar dar ki, karşıdan araba gelmemesi içİn dua ediyoruz.

70-80 metrelik uçurum kenarında süratlice gidiyoruz. Sağ tarafa oturmakla hata ettim. Uçurum kenarında gitmek iyi degil. Sonunda arkadaşım yer değiştirmek istedi, kurtuldum. Tırmandıkça yine ağaçlar bitmeye başladı. Buralar TV'de ya da resimlerde gördüğümüz Alp'lere daha çok benziyor. Uçurumların yüksekliğinden bahsetmek gerekirse, coğu arkadaşlar artık bakamayacak duruma geldi. Yok biz şöför falan değiliz. Bu nasıl araba sürmektir böyle, helal olsun. Yente yaylası,dünkü gördüğümüz yukarı Kavrun'dan daha iyiydi. Hava güneşli ama soğuğu hissediyorsunuz. İsmail'le birlikte küçük bir tepeye tırmandık. Ciğerlerimiz tepede kaldı. Bir tek ağızdan solunum yapılmıyormuş, öğrendik;)
Aşağı inerken Uzungöl'ü yukarıdan resimledik. Manzara inanılmazdı. Zaten resimlerin bir kısmını facebook'a koyuyorum. Yoldan inerken karsıdan gelen kamyo

Rize fasulyesi yedik ama fasulideki gibi değildi. Güzel değildi. Uzungöl yürüyüş için ideal bir parkur. Doğası güzel ama resimlerde daha güzel çıkıyor. Buraya gelirken resimlerin beklentinizi yükseltmesine müsaade etmeyin. Saat 13.30 ve biz Ovit geçidine doğru yola çıkıyoruz. Yukarıya çıkış iki buçuk saat sürüyor, iniş de bir o kadar sürüyor. Bakalım gittiğimize değecek mi? Laz fıkraları anlatan bir cd dinliyoruz yolda. İkizdere vadisinin içlerine doğru giriyoruz artık ve inanın ki göğsümüz daralıyor. Hidroelektrik santrali için vadi katlediliyor. Güneşin ve rüzgarin bu kadar çok olduğu bir Ülkede hala hidroelektrik santrali yapma inadı niye, anlayamıyoruz. Bu kadar güzel bir vadi, inşaat alanına dönmüş. Yazıklar olsun, diyecek baska bir şey yok. İki gün önce yine buraya gelmeye çalışmıştık, heyelan yüzünden gelememiştik. Bugün heyelanın izlerini görüyoruz. Bazı yerlerde geçiş tek şerit üzerinden veriliyor. Güneyce beldesinden geçiyoruz. Burada erkekler calışmaz, kadınlar çalışıyor. Beldenin ana caddesinde sağlı sollu kahveler var. Erkekler kahvede oturuyor kadınlar çalışıyor. Rehberimiz kahvelere fikir kulübü diyorlar. Fikir üretiyorlarmış kadınlar çalışırken.
İkizdere boyunca ilerliyoruz. İki derenin birleşmesinde oluşuyor. Bu dereler ; Cimil v

İkizdere de yanyana iki cami var. İki ekşioğulları'ndan vatandaş kavga ediyorlar. Biri diğerine 'Bundan sonra senin gittiğin camiye bile gitmem' diyor. Ve cami yaptırıyor. Hatta yanyana köprüler bile var. Kavga ediyorlar ve yeni köprü yaptırıyorlar. Aslında bugun sıkıcı geçti. Çünkü uzun süreler otobuste kaldık.

Ovit geçidi Erzurum ile Rize'yi birbirine bağlayan bir geçittir. Ovit geçidinden hemen sonra İspir geliyor. Dört saatlik bir yolculuktan sonra Erzuruma varılıyor. Ovit geçidinin yüksekligi 2600 metre. Bu turda çıktığımız en yüksek rakım.


Yol üzerinde bir kahvede mola verdik, sıcak çaylar iyi geldi. Biraz da gülelim... Tabi bu kadar soğuğu yedikten sonra herkesin tuvaleti geldi. Ovit geçidinden dönerken herkes soğuktan donmuşken ihtiyaç molası verdik. Tuvalete doğru koşuyoruz. Erkeklerde ilk ben yaklaşıyorum WC'ye. Önümde iki hanım arkadaş var ama tuvalete geldiğimde erkekler tuvaletinin ikisinin de kapısı kapandı. Ben "Arkadaşlar yanlış tuvalettesiniz" dedim. Hanimlardan biri çıktı. Diğer arkadaşımızın verdiği cevap aynen şöyle; " Çook geç". Tabii arkadan bir sürü erkek geldi tuvalete. Bu hanım arkadaşımızın tuvaletten kaçarak çıkmasını görmeniz lazımdı. Neyse gün en azından problemsiz bir şekilde bitmek uzere. İstikamet Trabzon. Bu gece Trabzon'da konaklıyoruz ama sanırım gruptan bir çok kişi hastalanabilir. Bugünümüz de böyle bitti.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
3. GÜN
Sabah 06.00'da start verdik bugÜn. Dedeman'da yabancı bir turist kafilesi vardı. İşin kötüsü onlara verilen hizmet bize verilmiyor. Dün gece canlı müziği bile durdurabildiler. Hoş müzik restoran bölümünde çalınıyordu ama ne olursa olsun, bizim onlara gösterdiğimiz saygıyı biz de istiyoruz. Dedeman kötü bir otel. En kötüsü ise duşları. Banyo kötü durumda. Kahvaltıda bile herkes istediği masaya oturamıyor. Müslümanlarla yahudiler arasında haremlik selamlık yapıyorlar. Rezil, çok rezil. Bir önceki otelimiz üç yıldızlıydı ama daha güzeldi. Otobüsteki rotasyon sayesinde bugün biraz daha önlere yaklaştık. İki gün sonra en önde oturacağız. Bugün program bayağı yoğun. Hava da çok güzel. Umarım her tarafa gidebiliriz. Açıkcası bugüne kadar gezi daha başlamadı gibi hissediyorum. Evet yeşillik görmek çok güzel ama biraz daha tarih görmek istiyorum. Gerçi tarihi eserlerin çok olmadığı bir bölgedeyiz. Fakat yine de doğayla içiçe olmak da çok güzel. İstikamet Çamlıhemşin. Yaklaşık bir saatlik yolumuz var. Karadeniz illerinde binalar çok yüksek. Sanırım müsait alanlarin yetersizliğinden böyle tercih ediliyor. Çay bahçelerinin uzaktan görüntüsü, dağları sık bir biçimde brokoli ile kaplamışlar gibi duruyor. Rize'deki bir diğer ilginçlik ise, bazi dükkanların yaş çay karşılığı takas yapmalari. Örneğin bir mobilya dükkanında "yaş çay karşılığı mobilya verilir" yazıyordu. Bir diğerinde ise "yaş çay karşılığı kumanya verilir" yaziyor. Parayı bulan devletin topraklarından takas sistemine geri dönülmesi manidar. Çamlihemşin'e giderken yeşillikler arasından akan bir sürü irili ufaklı çaylar görüyoruz. Saat 08.30, Çayeli'ne girdik. Hava yine kapatti. Tekrar söyleme ihtiyaci hissediyorum, bu kadar güzel yemyeşil bir doğada, bir o kadar çirkin binalar çok kötü duruyor. Melyat deresini geçtikten sonra, Lazların yaşadığı topraklara girdik.
Pazardan itibaren Fındıklı, Arhavin, Hopa ve Çamlıhemşin daha çok yaşadıkları yerlerdir. Bir de Hemşin'liler vardIr buralarda yaşyan. Hemşin'liler daha çok yukarılarda yaşarlar. Lazlar ise daha çok sahilde yaşarlar. Hemşin'liler ülkemize pasta ve yayla kültürünü getiren millettir. Pazar ilçesinden geçiyoruz. Burası Hemşin'liler ve Lazlar arasında serbest bölgedir. Hemşin'liler buraya gelip alışverişlerini yaparlar, cünkü burası Hemşin'lilerin yoğun olarak yaşadığı bölgedir. Kendilerine yakın olan ama Laz'ların yoğun olduğu Ardeşen'den alışveriş yapmazlar. Anladığınız gibi Lazlar ile Hemşinliler de anlaşamıyorlar. Pazar ismi ise, daha önce burası esir pazari olarak kullanıldığı için verilmişr.. Frtına vadisindeyiz. Dünya üzerinde korunmaya alınmış 200 yerden biri. Karadeniz de 2400 çeşit bitkinin 1200 çeşiti bu vadide. Yol kenarında ilkel teleferikler var. Bunlara vargel deniyor. Pancar motorla çalışiyorlar. Yayla evleri ahşaptan yapılmıs tek katli yapılar. Fırtına deresi raftinge müsait bir dere. Yörenin çalgı aleti tulum. Oğlaktan yapılıyor. Ön ayaklarının olduğu yere lülük denen flütler
takılıyor. Üfleyerek içi hava ile dolduruluyor ve çalınmaya başlanıyor.
Yol üzerinde kivi bahceleri de görmeye başladık. Yaylalarda çok sis olurmuş. Eger sisde kaybolursanız, bir tane inek bulun. İneğin yanından ayrılmayın. Ergeç akşam saatlerinde inek muhakkak bir eve gider. Ayı görürseniz yokuş aşagi koşun, ayı ön ayaklarının kısa olmasından dolayı sizi takip edemez. Domuz gördüğünüzde ise, zikzak çizerek kaçın. Bakalım yaylada başımıza ne gelecek. Koruma alanındaki vadide otel inşaatı var. Tahmin edin nasıl izin almışlar. Çamlıhemşin'e girdik. Tarif etmem mümkün değil.Yüzüklerin efendisindeki orta dunyada yasiyoruz gibigeliyor şu anda .
Yola minibüslerle devam ediyoruz. Minibüs şöförümüz çok kafa bir adam. Bayağı eğlenecegiz. Yok adam cok alem. Bu kadar lazını görmemiştim. Malatya'lıları sevmiyormuş, yandık. Şöförümüzün ismi yandim Ali. Çamlıhemşin'den yaklaşık on kilometre yukarıda Ayder yaylasına çıkıyoruz. Dağların arasından çok güzel ve bakımlı bir yoldan yukarı çıkıyoruz. Kulaklarımızda yükseklikten dolayı basıncı hissediyoruz. Ayder'in girişinde sağlı sollu oteller ve pansiyonlar var. Ayder yaylası , yayladan daha çok turistik bir yer olmuş. Gelintülü şelalesinde mola verdikten sonra, yukarı tırmanmaya devam ediyoruzYaklaşık 400 metreden dökülen bir şelale.İsmi ise döküldüğü yerin 3-4 metre üstünde suyun şekili gelin duvağı tülüne benziyor diye gelin tülü deniyor.
Yol artık çok bozuk, uçurum kenarında gidiyoruz. Böbrek taşı ya da vücudumuzda herhangi bir şey kalmadı. Organlar yer değiştirdi. Burada minibüs sürmek çok zor. Bizim şöför Sebastian Loeb'i kıskandıracak manevralar yapıyor. Ne şartlarda yazdığımı tahmin bile edemezsiniz. İnsanlar yaylayanasıl çıkarlarmıs hayret. Biz ki iki ağaç gördük mü yeşillik diyen nesil, buralarda yeşil şoku yaşar. Şu an benim yaşadığım gibi. Dağlarin zirvelerinde kar görmeye başladık. Ağaçlar bitti. Bu kadaryüksekte oksijen nispeten az olduğu için ağaç yetişmiyor.
Yukarı kavrundaki gezimizi bitirdik. Hava sıcaklığı yaklaşık sekiz dereceydi. Yukarı kavrun, Kaçkar dağlarının başlangıcı olduğu için, dağcılar burada konaklarlarmış. Zaten küçük bir pansiyon var burada. Dün gece kar yağmış Kaçkar'a. Daha sonra bir grup aşağıya doğru yaklaşıkk kırk dakika yürüdük.Hayatımda yaptığım en güzel yürüyüşlerden biriydi.
Doğu ladin ağaçları arasından iniyoruz. Şöförümüz Ankara havası çalmaya başladı. Karadeniz'de Ankara havası... Yaylaya çıkış ve iniş zor bir sürec. Yine de yukarıda gördüklerimiz için değerdi. İsmail'in keçi damarı tuttu dağların tepelerindeki sislerin içine girmek istedi, çıkamadı çünkü zamanımız yoktu. Keşke buralar yakın olsa da yürüyüş yapabilsek. Gerçi yakın olsa bu kadar güzel kalır mıydı, tartışılır...
Ayder yaylası tamamen ticari bir yer olmuş. Doğa hala güzel ama çirkin yapılaşma burayı da etkilemeye başlamış. Korunmaya alınmış bir bölgede otel inşaati, yeşilin göğsüne hançer gibi saplanmış. Ayder'den yukarı Kavrun yaylasına çıkıp inmek için sağlam mideniz olması gerekir. Şimdi fırtına vadisinde, dere restoranda yemek yiyeceğiz. Muhlama, alabalık ve kara lahana çorbası. Bakalım yemekler ne durumda?
Havanın temizliği biz karbonmonoksit bağımlılarını çarptı. Ortak kararımız muhlama oldukça başarılı. Balık normal alabalıktı. Kara lahana çorbası damak tadımıza uymadı. Lahana sarması beğenildi. Mısır ekmeği de çok güzeldi, altı ve üstü sert değildi, tadı güzeldi. Restoran guzeldi. Saat 15.20, Zilkale'ye doğru minibüslerle yola çıktık. Zilkale'ye giderken ilginç yapılar gördük. Dört tane kalın yuvarlak direk düşünün, bu direklerin ustune evi oturtun. Bu aslında erzak deposu. Serander deniyor bu yapılara. Fareler giremesin diye yapılıyor. Direkler de metal saclarla kaplanıyor. Böylece fare tırnağını geçirip çıkamıyor
. Burada alfabedeki harf sayısı gerçekten düşüyor; "B" harfi "P" oluyor, "D" harfi "T" oluyor gibi. Şiveleri çok ağır ama çok güzel. Bugün ki gezi sarstı bizi. Taşlık yollarda minibüsle gitmek zor. Zil kale, ipek yolu üzerinde bulunan Türkiye sınırları içindeki bir kaç karakoldan biri. Komenoslar yapmışlar ama ticareti iyi bilmediklerinden, ticarette usta olan Ceneviz'lilere devredip vergi almışlar. Geçen seneye kadar harabe durumdaki kale restore edilmiş ama restorasyonu ben beğenmedim.
Zilkale yolunda birkac tane taş köprü var. Mostar köprüsünün minyatur halini düşünün, ona benziyor. TOKİ buralara da girmiş betondan siteler yapmış, çirkin... Artık rotamız Sarp sınır kapısı. Saat 18.00 , Fındıklı'dayız. Asıl Lazlar buradan itibaren yoğunluklu yaşıyorlar. Fındıklı'da guatr araştırma merkezi var. Zaten tiroit hastalıkları bölgede yoğun olarak görülür. Arhavin Cengiz Kurtoğlu'nun memleketindeyiz. Şehir içinde karayemiş ağacları var. İdrar söktürücü ve şekere iyi geldiği söyleniyor. Hopa küçük ama şirin bir sahil ilçesi. İrili ufaklı oteller var. Sarp sınır kapısından dolayı. Sınır kapısından önceki son ilçemiz Kemalpaşa ve hemen ardından sınır kapısı geliyor. Burada resim çektikten sonra otelimize geçtik. Yemekleri tatmadim. Gece de otel görevlileri horon izlettiler bize. İlginçti. Bugünlük de bu kadar...Horon videosununun linki aşağıdadır;
http://www.youtube.com/watch?v=SDz7sGoE6M0
Not: Tüm resimler bana ait değildir. Bazı yerlerden bahsederken ya resmini çekmemişiz ya da güzel çıkmamış. O yüzden bazı resimler internetten alınmıştır.
4 Ağustos 2009 Salı
2. GÜN
08.30 Giresun'un sınır ilçesi Piraziz'e girdik. Giresun dağları il sınırıyla birlikte başladı. Piraziz'den sonra Bulancak ilçesine girdik. Ama çok gelişmis bir ilçe değil. Karadeniz'e dökülen çaylar, nehirler alüvyon taşıdığı için, deniz burada kahverengi renkte. Bulancak'dan çıkarken çok güzel villalar yapılmış. Sabah saat 09.15 gibi Giresun merkeze girdik. Giresun kirazın anavatani. Vaktiyle romali komutan Lucillius ( bazı yerlerde Sezar olduğ da söyleniyor). Giresun'a geldiğinde kirazı çok beğenir ve ülkesine götürür. Oradan da tüm Dünya'ya yayılır. Dağların tepesinde apartmanlar var. Bunları buraya yapabilmek sanırım büyük bir maharet gerektirir ama bölge insanının müteahitlik yeteneğini düşününce onlar için bu binaları inşa etmenin çok zor olmadığını görüyorsunuz. Giresunspor stadı deniz kenarında.

Giresun kalesine çıkmak için çok dik bir yolu kullanıyoruz. Kaptanımıza teşekkür edelim. Koca otobüsü küçük bir otomobil misali bu dar yllardan yukarıya çıkartıyor. Topal osman ağa'nın mezarı Giresun kalesinde. Zengin bir aileden gelen Topal Osman, savaşa gitmesin diye belli bir para ödediği halde balkan savaşına

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=187041

Saat 10.15, hava yine nemli sanırım yağmur yağacak. İsmail Giresun yerine Ordu'yu tercih ediyor. Ben de bu fikrine katılıyorum. Ordu daha güzel bir şehir. Üstteki resim Ordu Boztepe'ye nazire yaparcasınsa Giresun kalesinden çektiğimiz bir resim.Giresun'da gördüğümüz kedilerin bir kısmının kuyruğu kesik. Nerdesin PETA? Yola çıktık, istikamet Akçaabat. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolumuz var.
Hamsinin tüm balıkların atası olduğuna inanılır. Bunu pekiştirmek adına Fuat Saka'nın hamsiye şarkısını dinleyebilirsiniz.
http://en.nartube.com/9762da8acf18197116a77d561c01455ffae69ea4.html
Karadeni'de hamsi balık değildir. Başka bir şeydir. Bu kısım tamamen rehberimiz Tümay Hanım'dan alıntıdır. Yanlış hatırlamıyorsam kendisi bir Karadeniz'linin evine konuk olmuş İki gün boyunca akşam yemeğinde balık yapmışlar. Üçüncü gün " sen balıktan sıkılmışsındır, sana bu akşam başka birşey yapalım" demişler. Ve akşama yemekte hamsi varmış.
Giresun'un şehir merkezi selden dolayı kötü durumda. Yollar çamur içinde. Giresun'da yapılaşma kötü, binalar çirkin. Şehir çöplüğü ise sahil kenarında. Gerçi yer olmadığından dolayı böyledir diye düşündük ama yine de sahilde olması hoş değil. Saat 10.50 keşap ilçesindeyiz. Yeşilin bu kadar güzel olduğu ilçede bir o kadar da yapilaşma çirkin. 11.20 Tirebolu'ya girdik. İlçenin adı ilçede bulunan 3 kaleden geliyor. Tripolis daha sonra Tirebolu olmuş. Doğu Karadeniz'de sanayi, bölgenin coğrafyasından dolayı gelişmemiş. Aslında bunu bir bahane olarak sunmamak lazım. İstenirse yer bulunur. Neticede deniz youlunu kullanabilirsiniz. Unutmayalım ki bölge tarihi ipek yolunun bir ayağının bittiği yer. Sanayinin olmamasından dolayı fındık bölge için altın kadar değerli olmuş. İnanılmaz, her taraf fındık. Yol boyunca Karadeniz'e dökülen onlarca çay var. Yağışlar dolayısıyla debileri oldukça yuksek. Görele'den geçiyoruz. Buradan itibaren horon ve kemençe kültürü daha fazla görülüyormuş. Giresun'un sahil kenarındaki ilçeleri birbirine benziyor.

Saat 12.15'de Akçaabat'da Nihat ustaya geldik. Menu Akçaabat köftesi, piyaz ve laz böreği. Akçaabat köftesini çok fazla beğenmedik. Laz böreğini, içinde peynir olan üçgen katlanmış şerbetli milfoy hamuru gibi düşünün. Fena değildi. Nihat usta çok temiz bir lokanta. Yine de favorim hala İnegol köftesi. Saat 13.30 Trabzon'dayız ama cuma günü gezeceğiz Trabzon'u. O yüzden şehirden direk geçip gidiyoruz. Trabzon limanının tarihde çok stratejik bir önemi vardır. Çünkü ipek yolunun denizle ilk bulustuğu yer, Trabzon'dur. Saat 13.50 ve biz Arsin'den geçiyoruz. Arsin'lilere akrep diyorlarmış burada. Sebebine gelince, bir akrep Arsin'liyi sokmuş ve ölmüş. Bu yuzden akrep diyorlar. Arsin'liler ise akrepi öldüren iki şeyin ateş ve şeker olduğunu, dolayısıyla kendilerinin şeker gibi insanlar olduklarını söylüyorlar ama Alaaddin Çakıcı Arsin'li...
Yeşilin her tonu var derken, insanlar abartmıyormuş. Bir metrekare bile kıraç toprak görmedim. 14.00 Sürmene'deyiz. Sürmene'de çok fazla konak var. Safranbolu'daki konaklara çok benziyorlarmış. Sadece yağmurdan dolayı saçakları daha uzun tutulmuş. Sürmene'den çıkarken çayları görmeye başladık. Artik Of'dayiz ve sadece çay görmeye başladık. Çay üç sürgün verirmiş, mayis, temmuz ve eylül. Dünya'daki diğer çay üretici ülkeler (sri lanka gibi) sıcak iklim olduğundan, bir yıl boyunca çay sürgün verir ama sıcak iklimde böcek olduğundan dolayı çaylar ilaçlanır. Bizde ise sıcaktan dolayı böyle böcekler olmadığından çaylar ilaçlanmaz, bunun sonucunda da organik çaya yakın çaylar içeriz. En güzel çay birinci sürgündeki çaydır. Saat 14.15'de Rize'ye girdik. Rize ve Trabzon arasinda rekabet inanılmaz boyuttaymış. Giresun'dan çıktınız, Rize'ye gidiyorsunuz. Sınır kabul edilen İğdere köprüsüne geldiğiniz zaman sizi indiriyorlar ve 53 plakalı minibüse biniyorsunuz. Rekabet bu seviyede. Çay toplayanları görüyoruz. Gerçekten zor iş.İnsanların neden çok ateşli olduğunu anlamak lazım. İkizdere'ye gidiyoruz.İkizdere çayını takip ediyoruz. Çay şu anda çamur gibi akıyor. Normalde böyle değilmiş. Sel burayı da vurmuş mısırlar sular altında kalmış. Yollar bozulmuş. İkizdere hidroelektrik santrali çalışmalarını görüyoruz. Devlet inatla yapıyor santrali sağolsun. Yazıktır bu doğaya. Eşsiz güzellikteki doğayı içten içe oyarak öldürüyorlar.
Yolda heyelan var diyorlar. O yüzden İkizdere'ye gidemiyoruz. Başka birgün gideceğiz. Rotamız Sürmene ve çay fab

İstikamet Sürmene. Sürmene bıçaklarıyla ünlüymüş. Bıçakcıları gezeceğiz. Bıçakların en önemli özelliği yüzde yüz paslanmaz çelikten ve tek parça yapılması. Satıcıya göre bu bıçakları karadeniz'e atın yıllar sonra çıkarın paslanmadığını göreceksiniz. Sürmene'den de ayrıldıktan sonra, Rize'ye, meşhur Rize bezi almaya gidiyoruz. Bugün tüm alışveriş işlerini bitiriyoruz. Artık yarın yaylalara çıkmaya başlayacağız. Bugün hiç yorulmadık. Saat 17.25'de Rize'ye girdik. Bizi İyidere ilçesi karşılıyor. Burası küçük bir ilçe. Sahil boyunca bir suru tünelden geçiyoruz. Sahil yolundan konuşmak gerekirse, ulaşımı çok rahatlatıyor. Rehberin söylediğine göre önceden iki saatte geçilen yerler yarım saatte geçiliyormuş ama sahil ile şehir arasını da çirkince ayırıyor. Bunun yanında bugün bölgede sel baskınlarının en önemli sebeplerinde biri de, sahil yolundan dolayı yağmur sularının denize ulaşamaması. Siz karar verin iyi mi kötü mü diye. Şehrin girişinde "Bebek dostu il Rize'ye hoşgeldiniz" yaziyormuş. Bebek ölümlerinde en düşük orana sahip il oldugu için bu tabelayı koymuşlar. Rize'nin bilinen ilk ismi Risa, anlamı ise dağın kenarı demekmiş. Rize'de bölgedeki hemen hemen tüm şehirler gibi Milletosluların kurduğu bir şehir. Daha sonra bu bölgedeki şehir devletler, Medlerin saldırılarından korunmak için birleşip Likya birliğini kuruyorlar. Dolayısıyla Karadeniz'deki tüm şehirleri kuran milletoslular Likya devletini kuruyorlar. Rize'de çok modern bir stad yapılıyor. Deniz kenarında güzel bir stad. Binalar Trabzon'a göre daha düzgün. Çaykur'un bölgede kaç tane fabrikası var bilmiyorum. Nerdeyse her ilçede çay fabrikasi var. Zaimoğlu diye bir alışveriş merkezi var. Burada Rize bezinden puşiler, masa örtüleri falan satıyorlar. Ets turla gelip alışveriş yapanlar arasında otobüste çekiliş yapacaklarmış. Bakalım kime çıkacak. Cekilişte bize birşey çıkmadı. Zaten noter Nihat Beyan da yoktu, ciddi şüphelerimiz var. Artık otele doğru gidiyoruz. Rize Dedeman. Dedeman dediysem, siz de bizim gibi aldanmayın rehberlerin söylediğine göre kalacağımız en kötü otelmiş. Yemekten sonra da canlı müzik dinleyeceğiz ve gün bitecek. Bugünlük de bu kadar...