5 Haziran 2010 Cumartesi

LOST DİZİSİNİN FARKLI BİR ANALİZİ

Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programı Başkanı Yrd.Doç.Dr. Pınar Seden Meral, simgebilim ile bağlantı kurarak merakla okunacak bir Lost analizi gerçekleştirdi.

İşte Meral'in analizi...

LOST YA DA AHİRET TASVİRİ
...
2004 yılından beri dünyayı ekran başına kilitleyen bir televizyon dizisi oldu Lost. Dizinin sonu hakkında yüzlerce teori ortaya atıldı ama dizi 6 yıl süren geleneğini bozmadı ve hiç kimsenin beklemediği bir sonla veda etti.

Dizi ekranlara veda etti etmesine ama hayranlarını tatmin edemedi final bölümüyle. Yıllardır dizideki gizemin ortaya çıkmasını, akıldaki sorulara ayakları yere basan somut cevaplar verilmesini bekleyen fanatiklerini hayal kırıklığına uğrattı.

Hemen söylemeliyim ki, ben de bir Lost fanatiğiyim. 2007 yılından beri dizinin sıkı takipçisiyim. Dizinin ilk dört sezonunu toplu olarak DVD'den seyrettim; beşinci ve altıncı final sezonunu ise her hafta neredeyse tırnaklarımı yiyerek bekledim. Bekledim, bekledim, bekledim... ve final bölümünü izledim.

Final bölümünün diğer sezonlardaki final bölümlerinin heyecan dozuna yaklaşamadığı ortada. Bunun en temel iki sebebi var: İlk olarak dizi daha ilk bölümden itibaren izleyiciyi öyle bir gerilim dozuna alıştırdı ki, bunun altındaki bir gerilimin bizi tatmin etme ihtimali maalesef yok.

İkincisi, dizide her zaman bir den fazla gizemli olay vardı ve izleyici final bölümünde bu gizemli olaylara somut, net ve ağızları açık bırakacak yanıtlar verileceğini düşündü. Bu da elbette beklentiyi arttırdı; bu yüksek beklenti sonunda izleyici arzu ettiği derecede tatmin olmayınca da final bölümünü beğenmedi.

Bir Lost fanatiği olarak dizinin final bölümünün gerilim dozunun beni tatmin ettiğini söyleyemeyeceğim ama bence dizi final bölümünde her şeyi açıkladı. Cevapsız kaldığı düşünülen tüm soruların cevabı aslında açık ve net olarak final bölümünde mevcut. Nasıl mı? İşte Lost'un cevapsız kaldığı düşünülen sorularının yanıtları.

Lost Adası Neresi ve Kökeni Ne?
13. yüzyıl sonu ve 14. Yüzyıl ortalarında yaşamış olan ünlü bir İtalyan ozanı ve politikacıdır Dante Alighieri. En bilinen eseri İlahi Komedya'dır. İlahi Komedya, dünya edebiyatının önemli bir başyapıtı olan epik bir şiirdir. Dante bu eserinde sırasıyla Cehennem'e, Araf'a ve Cennet'e ilahi bir yolculuk yapar. Dante'nin bu yolculuğu yapmasındaki amaç Dante'nin kendi sözleriyle şöyledir: "Bu dünyada yaşayan insanları, içinde bulundukları sefaletten kurtararak mutluluğa ulaştırmak".

Dante'nin bu eserinin Lost ile ne ilgisi olduğunu merak ettiğinize eminim. İşte cevabım: Lost adası Dante'nin Cehennemi'nin ta kendisidir!

Oceanic 815 yolcularının hepsi aslında uçak adaya düştüğünde ölmüşlerdir. Uçak yolcularının adadaki maceraları onların cehennemde çekmekte oldukları cezadır. Dante, Cehennem'in ilk manzumesinin girişinde "karanlık ve vahşi bir ormanda kaybolduğunu" söyler. Bu orman Lost adasının ormanıdır ve sembolik bir anlam taşır. Bu orman Allahı unutarak sefihçe bir ömür süren insanların düştüğü bir ormandır ve günahkârlar o ormandan kurtulmak için çırpınıp durur. Cehennemde her günahın bir cezası vardır ve insanlar o günahlarının cezasını kendi rızaları ile çekerler. Paganlar, kafirler, şehvet düşkünleri, oburları, cimri ve müsrifler, hiddetliler, sapkınlar, saldırganlar, hileciler, hainler, intihar edenler, başkasını öldürenler, Allaha sövenler, rüşvet yiyenler, kahinler, hırsızlar cehennemin sakinleridir.

Eğer Hepsi Ölüyse, Oceanic 815 Düştüğünde Neden Bazıları Hemen Bazıları İse Bir Süre Ada'da Yaşadıktan Sonra Öldü?
Oceanic 815 Ada'ya düştüğünde günahsız olanlar doğrudan Cennet'e; günahları ve sevapları eşit olanlarsa bekleme yeri olan Araf'a gittiler. Cehennem'de belirli bir süre ceza çekip, günahının kefaretini ödeyenler de Ada'dan ölerek (Tabii sembolik anlamda) ayrılmış oldular.

Desmond Kimdi ve Görevi Neydi?
Ada'daki görevi ve varlığı merak edilen kişilerden biri de Desmond'dı. Benim yorumuma göre Desmond bir kılavuzdur. Dante ahret yolculuğuna başladığında yani "karanlık ve vahşi" ormanda kaybolduğunda karşısına ünlü Romalı şair Vergilius çıkar. Bu karanlık ormandan gidebilmesi için öncelikli olarak Vergilius'un yardımına ihtiyacı vardır. Dante'nin Vergilius'u Lost Adası'nda karşımıza Desmond olarak çıkar. 6. Sezona kadar Desmond'ın bu rolü anlaşılmamış olsa da, özellikle son bölümlerde Ada sakinlerini bir araya getirmek ve onlara rehberlik ederek kilisede toplanmalarını sağlamak Desmond'un görevidir.

Ada'daki Işık Ne? Neden Korunması Gerekiyor? Ve Jakob Kim?
Son bölümlerde gördük ki, Jakob Ada'nın kalbinde yer alan ışığı koruyan kişilerden yani ruhlardan yalnızca biri. Ada'daki ışık aslında Cennet ışığının ta kendisidir. Bununla beraber bu ışığı ve kaynağını tam olarak hiçbir zaman görmeyiz. Dante'ye göre Cennet, "gözün hiç görmediği, kulağın hiç duymadığı bir şeydir". Mesafelerin, zamanın dışında kalan ebedi, ezeli neşe, huzur ve sükun ülkesidir. Cennet baştanbaşa ışığın nurun şiiridir. Cennette Allaha doğru gidildikçe devamlı bir yükselme halinde çevremizdeki ışık durmadan artar.

Jakob ve diğer muhafızlar benim yorumuma göre Cehennem'deki ruhlara Cennet'in varlığını, çektikleri ızdırapların sona ereceğini ve vakti geldiğinde Allaha'a kavuşacaklarını müjdeleyen; bir yandan da insanların günahlarının kefaretini ödemeden bu ışığa ulaşmalarını, onun saflığını günahları ile kirletmelerini engellemeye çalışan kişilerdir.

Jack'in Işığın Koruyucusu Olması
Cennet ışığının koruyucu olacak kişiler, seçilmiş olmalıdır. Bu seçim kişinin tüm dünyevi zevklerden kendi rızası ile feragat etmesini ve kendisini adamasını gerektirir. Bu adanmışlık ve muhafızlık kişinin bir anlamda Cehennemin içerisinde Cennet katına yükselmesini temin eder. Cennet katına yükselebilmek için de arınmak gerekir. Bu arınış ya şarap (Şarap Hristiyan inancına göre Hz. İsa'nın kanını temsil eder) içerek, ya da ışığın kaynağından gelen suyu içerek, o su ile yıkanarak (Su ile arınma hem Vaftiz olarak Hristiyan inancında hem de ölünün suyla ebedi yolculuğuna hazırlanması olarak İslam inancında yer alır) gerçekleşmektedir.

Jack Shepherd Kim? Kilisede Toplanan Ada Sakinleri Işığa Gitmek İçin Neden Onu Bekliyorlar?
Jack Shepherd Ada'ya düştükleri ilk günden beri diğer kazazedeleri yönlendiren, onları tedavi eden, olayları çözen, kendisini diğerleri için feda eden bir kahraman oldu. Yaptığı hataların sorunluluğunu hep aldı ve bu hataları telafi etmek için kimi zaman kendi kendisini de cezalandırdı. Jack Shepherd, iyi bir insandı ancak dünyevi hayatta yaptığı bazı hatalar onun karanlık ve vahşi ormana düşmesine neden oldu. Bununla beraber Jack'in üstün insani nitelikleri onu diğerlerinin "çobanı" yaptı. Shepherd sözücüğü İngilizce'de çoban anlamına gelmektedir. Ancak yalnızca sözlük anlamı olarak çoban anlamına gelmez Shepherd sözcüğü. Hristiyan inancına göre Hz. İsa çobandır. Yuhanna İncil'i şöyle der: "İsa bir gün, çevresinde toplanmış olan kalabalığa şunları söyledi: Size doğrusunu söyleyeyim, koyun ağılına kapıdan girmeyip başka yoldan giren kişi hırsız ve hayduttur. Kapıdan giren ise koyunların çobanıdır. İsa onlara bu örneği anlattıysa da, O'nun ne demek istediğini anlamadılar. Bunun için İsa, yine, 'Size doğrusunu söyleyeyim' dedi, 'Ben koyunların kapısıyım. Kapı Ben'im. Bir kimse benim aracılığım ile içeri girerse kurtulur. Girer, çıkar ve otlak bulur. Hırsız ancak çalıp öldürmek ve yok etmek için gelir. Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir." Bu, Jack Shepherd'ın Hz. İsa'nın kendisi olduğu anlamına gelmez. Yalnızca bir benzetmedir bu. Ada'da azap çeken ruhların ışığa ulaşmalarında onlara önderlik edecek bir başka temiz ruhun varlığına ihtiyaç duyulduğu için Jack, Ada'da kaldıkları ve diğer yaşamlarını sürdürdükleri sürede onların kılavuzudur.

23 Sayısının Gizemi ve Lost'un Rakamları
Lost dizisi başladığı ilk günden itibaren 4 8 15 16 23 42 rakamları gizemini korudu. Neydi bu rakamlar? 4 8 15 16 23 42 rakamları aslında 1920'li yılların sonuna doğru doğmuş olan İtalyan asıl bir matematikçi olan Enzo Valenzetti tarafından ortaya atılan bir denklemdir. Vanzeletti denklemi olarak bilinir. Princeton Üniversitesi mensubu olan Enzo Valenzetti, soğuk savaş dönemi sonrası kurulan Birleşmiş Milletler komisyonunda yaptığı araştırmalarla belli katsayılar alarak (afetler, hastalıklar, gelişen teknoloji v.s.) insanların kesin yaşam süresini dakikasına kadar hesaplamıştır. Buna göre Lost'un gizemli rakamları aslında o kadar gizemli değiller. Bu rakamlar kahramanların ömürlerinin biteceği anı işaret etmektedir.

Dizinin final sezonunda gizemli rakamları uzunca bir aradan sonra yeniden görürüz. Örneğin, Daniel Widmore'un müzik yapacağı ve Charlie'nin de ona eşlik edeceği gecede Jack Shephard için hazırlanan masanın numarası 23'tür. 23 aynı zamanda Jack Shepherd'ın uçakta oturduğu sıranın numarasıdır.

Paralel Evren Teorisi Mi, Reekkarnasyon Mu?
Lost'un 4. Sezonundan itibaren kahramanların Ada dışındaki hayatlarına da tanık olduk. Ada sakinleri, bir biçimde Ada'dan ayrılmayı başarmışlar ve kendi normal hayatlarını devam ettirmektedirler. Fakat bu hayatlar aslında farklı farklı hayatlardır. Kahramanlar, benzer tesadüfleri de yaşasalar aslında Ada'dan her ayrıldıklarında bambaşka bir gerçeklikte hayat yaşarlar ve birbirlerini tanımazlar.

Lost Adası'na bu geliş gidişler benim yorumuma göre paralel evrenler teorisi ile değil; reenkarnasyon ile açıklanabilir. Reenkarnasyon inancına göre insan ölümden sonra yeniden bedenlenir. Bu yeniden bedenlenme hali ruhun kemale ermesine kadar devam eder. Yani insan her dünyaya gelişinde bir önceki hayatında yaptığı hatalardan, günahlardan öğrenmiş olarak yeni bir hayata başlamaktadır. Lost'un kahramanlarının farklı farklı hayat deneyimlerinin olmasının nedeni budur.

Benjamin Neden Kilisede Değil? Araf Deneyimi
Lost Adası'ndan kurtulan kahramanlarımız yukarıda da yorumladığım gibi reenkarne olarak başka hayatlar yaşarlar ve ölürler. Reenkarne olmanın gereği olarak ruhun son yaşadığı hayat en yüksek derecede eğitildiği hayattır. (örneğin hırsız Sawyer'ın polis olması gibi). Dizide son hayatlarını gördüğümüz kahramanlar bu hayatı dünyada değil, Araf'ta yaşamaktadırlar. Zira Araf, günahları ve sevapları eşit olan kişilerin dinlendikleri ve yine günahlarının cezalarını çektikleri bir yerdir. Ruh, Cennet'e girmeye hak kazanana kadar Araf'ta kalır. Dante'ye göre Araf'ta günahların gerektirdiği cezalar Cehenneme nazaran daha hafiftir. Buradaki cezalar Hristiyan din adamlarının kuramları esastır (Dante, Cehennem cezalarında Aristo kuramını kullanır). Bu kurama göre tüm günahların başında bir sevgi bozukluğu gelmektedir. Sevgi bütün erdemlerin başı olduğu gibi, bütün kötülüklerin de kaynağıdır. Dante'ye göre sevgi bozukluğu üç şekilde belirir: kibir ve azamet şeklinde, kıskançlık ve haset şeklinde, hiddet ve öç duygusu şeklinde. Benjamin, bu sevgi bozukluğu günahlarından kıskançlık ve haseti Araf'ta da işlediği için bu günahından arınıncaya kadar bir süre daha Araf'ta kalmaya mecburdur.

Kara Duman ve John Locke
Dizi boyunca Kara Duman'ın ne olduğu tartışıldı. Son sezonda açıklanan gizemlerden biri de kara dumanın ne olduğuydu. Bu açıklamaya göre Kara Duman Jakob'ın adı hiç söylenmeyen kardeşi idi. Jakob'ın kardeşi - ki aslında özel ve seçilmiş olan oydu -çocukluğundan itibaren Ada'yı terk etmek ve kendini ait hissettiği yere gitmek ister. Jakob'ın kardeşi annelerinin onlara ışığı göstermesinden sonra Ada'dan çıkışının bu ışığa ulaşmak olduğuna inanır ve hayatını ışığı bulmaya adar. Anneleri onlara ışığı ilk gösterdiğinde Jakob'ın kardeşi annesine "ışığa girersem ne olur, ölür müyüm? Diye sorar. Annesi ise sonunun "ölümden de beter" olacağını söyler. Jakob'ın kardeşi annesini ve Jacob'ı terk ederek, günahkar bir hayat sürenlerin arasına karışır. Hayatı boyunca ışığa ulaşmaya çalışır, ama kendisini engellemeye çalışan annesini öldürünce, Jacob onu çok arzuladığı ışığın içine gönderir. Işığa ulaşmak ve Cennete'e kavuşmak ancak arınmış ruhların hakkıdır. O, günahkar ve kötü yürekli bir ruh olduğundan ışık onun içindeki kötülüğü ortaya çıkarır ve ruhu da bedensiz-formsuz bırakarak sonsuz bir cehennem azabına terk eder. Kara duman, son bölümde kendisinin de ifade ettiği gibi eski günlerine bir an olsun dönebilmek için bedenlenmeye ihtiyaç duyar. Bu bedenlerden biri de John Locke'dur.

'Paralel evrenler' tanımı ilk kez Amerikalı fizikçi Hugh Everett tarafından ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre, bizim şu an yaşadığımız ve algıladığımız evrenin dışında, birbirinden bağımsız ancak paralel devam eden evrenler de vardır.

Jack ve John Locke'nun Kavgası
Dizinin son bölümünde John Locke, Desmond'un ışığı tutan taşı-tıpayı çıkarmasıyla yeniden insani özelliklerine kavuşur. Bu arada da arınarak, Jacob gibi olan, Ada'daki ışığın koruyucusu Jack tanrısal özelliklere kavuşur. İnsan olan John Locke ve yarı Tanrı olan Jack son kozları paylaşırlar. Bu sahnede Jack, John'a "Locke" diye bağırır ve saldırır. Bu sahne, Homeros'un ünlü destanı İlyada'da anlatılan Truva Destanında Truva Prensi Hector ile yarı tanrı Aşil'in karşılaşmasıdır birebir olarak. Yarı tanrı Jack (efsanede Aşil) Locke'u (efsanede Hector) öldürür.

Kilisedeki Semboller Ne Anlama Geliyor
Ada'daki ruhlar Araf'taki dinlenmelerini tamamladıktan sonra artık Cennet yolculuğunu yapmaya hazırdırlar. Bunun için Kilise'de toplanırlar ve Çoban Jack Shepherd'ı beklemeye başlarlar. Kilise'nin camındaki vitrayda bir takım dini semboller vardır. Bu semboller şunlardır: Ay ve Yıldız, Heksagram, Haç, Yin ve Yang, Dharma Tekerleği ve AUM mantra. Bu sembollerin anlamı açık ve nettir. Dünya yüzündeki herkes, cinsiyeti, dini ve inancı ne olursa olsun ölümlüdür ve günahlarından arındıktan sonra Cennete girebilir. Bu semboller içerisinde özellikle Yin-Yang sembolü anlamının çeşitliliği bakımından önemlidir. Zıtlıkların temsilcisi olan bu sembol, dişi ve erkek güçleri anlatır. Kadın ve erkeğin birbirine zıt olduğunu ancak dünyada her ikisinin de bütünleşmek adına birbirine ihtiyaç duyduğunu belirtir. Bu sembol bir yandan da iyilik ve kötülük zıtlığının da sembolüdür. İnsanların ne tamamen iyi ne de tamamen kötü olduğunu söyler. İnsanoğlu, kendi içinde de zıtları olan ama bu zıtlıklar sayesinde insan olan bir varlıktır.

Kaynakça
Dante Alighieri (1989), Cehennem, İstanbul: MEB Yayınları, Çev: Dr. Feridun Timur.
Dante Alighieri (1989), Araf, İstanbul: MEB Yayınları, Çev: Dr. Feridun Timur.
http://www.valenzettifoundation.org/

26 Mayıs 2010 Çarşamba

CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

CEVAPSIZ KALMIŞ SORULAR (kedilervekitaplar.blogspot.com'dan alıntıdır)

Richard neden 1970'lerin sonunda Dharma'da çekilmiş bir fotoğrafta bizimkileri göstererek hepsinin öldüğünü gördüğünü söyledi?
Adayı bulmak niçin bu kadar zordu?
Neden dışarıdaki dünyayla arasında 30 dakikalık fark vardı?
Nasıl oluyor da hareket ediyordu?
Adanın efsunlu özelliklerinin kökleri neye dayanıyordu, nasıl oluyor da felçlileri ve kanserleri iyileştiriyordu, merkezindeki altın renkli parlak enerjinin niçin korunması gerekiyordu, korunmazsa ne olurdu?
The Others, Hostes Cindy'i nasıl oldu da kendi taraflarına çekti?
Walt'un özel güçleri mi vardı?
Mikhail niçin bir türlü ölmedi?
Neden Sayid son sezonda birden İngiliz aksanıyla konuşmaya başladı?
The Others niçin Walt'u kaçırdı?
Bu kaçırılma sırasında niçin Walt üzerinde bir takım testler yapıp durdular?
Kate'in adada görüp durduğu siyah at ne işti?
Walt nasıl Swan'daki bilgisayarın başındaki Michael'la chat yapabildi?
Niçin Eko'nun geçmişinde sahtekar falcı olarak görünen adam, Aaron'ı Claire'in yetiştirmesinin çok önemli olduğu konusunda ısrar etti ve Claire'ı nerdeyse zorla Oceanic 815'e bindirdi?
Juliet'in kocasının ölmesini nasıl sağladı The Others?
Juliet'in kardeşini nasıl iyileştirdiler ayrıca?
Niçin Dogen hayattayken Flocke tapınağa giremiyordu?
Niçin şu arafta ve kilisede Michael ve Walt'tan iz yoktu?
Hurley'nin kötü şansının kaynağı neydi, piyangoyu kazanmak için kullandığı numaralar gerçekten de "lanetli" miydi?
Locke'ın babası nasıl oldu da adada bilmemne kutusundan çıktı?
Jacob'ın kulübesinin etrafındaki külümsü madde neydi?
Jacob'ın kulübesi niçin özellikle Hurley'e göründü ve yer değiştirip durdu?
Neden adaya dönebilmek için, adaya ilk düşüşlerindeki koşulların aynısını yaratmak zorundaydılar?
Swan patladığında, Locke oradan nasıl kaçtı?
Aynı patlamadan Eko nasıl kurtuldu?
Jacob hangi amaçla şu ünlü listeyi yaptı, o listede kimler vardı?
Walt niçin Locke'a hatch'i açmamasını söyledi, hatch'le ilgili ne biliyor olabilirdi ki?
Tawaret heykelini kim, niye inşa etti?
Niçin Ben Locke'a düğmeye basmazsa hiçbir şey olmayacağını söyledi?
Niçin Dharma Swan'ın üzerinde, Jacob'ın kalan son adaylar için kullandığı sayıları kullandı?
Neden Sun Jin'e sırf çocukları hem öksüz hem de yetim kalmasın diye "hayır benimle birlikte ölme, git kızımıza babalık et" demedi?
The Others nasıl oldu da kimlerin "iyi", kimlerin "kötü" olduğunu bildi, dosyalarda falan bulunamayacak pek çok gizli bilgiye ulaştı?
Ayrıca ne olacaktı yani "iyi"leri kaçırınca?
Niçin ve nasıl Ben dümeni çevirdiğinde 2004'ten 2005'e gitti?
Niçin adadaki herkes değil de, sadece bizim kahramanlarımız (tabii bir de karavan) zamanda yolculuk yaptı?
Hamile kadınlar neden ölüyordu adada?
Juliet bomba patladıktan sonra, ölmek üzereyken niçin ve neyi kast ederek "İşe yaradı" dedi?
Niçin Ajira uçağından düşen Jack, Kate, Hurley ve Sayid zamanda 30 yıl geriye gitti de, diğer yolcular; Sun, Ilana, Lapidus, Ben ve Locke'ın cesedi günümüzde kaldı?
Şu "hastalık/enfeksiyon" neydi, insanlar nasıl kapıyordu bunu, ne oluyordu yani kapınca?
Kulübenin etrafındaki kül çemberini kim bozdu?
Walt ölmediği halde nasıl oldu da Shannon'a, Sayid'e ve daha nicelerine görünüp durdu?
Sayid'in ruh eşi ne zaman Shannon oldu? Nadia'ya yazık değil mi?
Nasıl oldu da akıl hastanesinde Hurley'i ziyarete gelen ölü Charlie'yi, Hurley dışında başkaları da gördü?
Libby?
Dharma?
Widmore?
Numaralar?
Zaman yolculuğu?
Eloise Hawking?
Okunmuş üflenmiş şarap?
Flocke'ın yani Smokey'nin yani Adam'ın yani Man in Black'in yani Jacob'ın kardeşinin ismi?

21 Ağustos 2009 Cuma

BAZEN

Bazen ...
Nefes almak değildir , yaşamak...
O'nunla gülüp, O'nunla ağlamaktır...
Sarı -Kırmızı olmaktır , her an O'nu solurcasına...
*
Bazen ...
Özgürlük , çimlerde koşmak değildir...
Sevdası uğruna prangaya vurulmaktır...
Hep O'na tutuklu kalmışcasına...
*
Bazen ...
Başarı ... Para , Kupa kazanmak değildir...
İnsanların yüreğine dağlanmaktır ...
Damarında , kanında yaşarcasına ...
*
Bazen ...
İmparatorluk , ülkeleri ele geçirmek değildir...
Bir Meşin yuvarlakla , Yürekleri fethetmektir...
Sınır tanımadan hüküm kurmaktır , Milyonlarcasına...
*
Bazen...
ASLAN , bir hayvan değildir...
Bir Simge , bir Semboldür ...Tarifsiz güçtür ...
Ruhundaki asalete yazılmışcasına...
*
Bazen ...
Cehennem...Öbür dünya değildir...
Taraftarla coşmuş , SAMİYEN'dir ...
Alev alev yanarcasına...
*
Bazen ...
İmkansız ...Olmaz değildir...
7 kişi 7 Sıfır yenmek , Ağları delmek , Şampiyonluktur Milenyumda ...
Hayalleri gerçek yapmaktır...Sahaya her çıktığında...
*
Bazen ...
KRAL olmak , Taç giymek değildir...
Soyunu sevgiden , Ünvanı halktan almaktır...
Her doğan bebenin METİN olmasıdır...
Kuşaktan kuşağa akarcasına...
*
Bazen ...
VEFA...Semt adı değildir..
14 yıl kan kusup , ölümüne arkasında durmaktır...
Her şartta , yıkılmaz bir duvarcasına...
*
Bazen ...
Tarih, tozlu bir sayfa değildir...
Gerçektir , yaşamdır....1905'te doğup Ciltlere sığmamaktır...
Destanların değişmez yazarı olurcasına...
*
Bazen ...
GÜÇ , bir sıfat değildir...
Evsiz barksız , beş parasız , en zorda , tüm dünyayı ayağa kaldırmaktır...
Üstünde sade bir parçalı formayla ; kolaycasına...
*
Bazen ...
Cesaret , Korkuyu yenmek değildir...
Onbinlerce rakibin arasından geçip, kalesine Bayrağı dikmektir...
Tek başına...Kimse yokmuşcasına...
*
Bazen ...
Sevgi...Anne , Baba , Eş , dost değildir...
Onlardan ötedir...Tutkudur Renklere , Armaya ...
Ayrılmaz parçanmışcasına...
*
Bazen ...
Hayat herşey değildir...
Ama herşey bana GALATASARAY'dır...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

5.GÜN








Sabah 05.30 start verdik güne. Otelimiz yemekleri hariç şu ana kadar kaldığımız en iyi oteldi. Zorlu Grand Otel. Şehir merkezinde bir otel. Gece Trabzon şehir merkezini dolaştık. Taksim meydanında çay içtik. Ufak bir dondurma krizi yaşadık. Vanilyalı dondurma bulamadık. Trabzon şehri, tipik bir deniz kenarindaki Anadolu şehri. Minibüs bolluğu dikkatimizi çekti. Metrobüs gibi düşünün, bir sürü minibüs. Bugün de sabah bir aksilik yaşıyoruz, bir yolcu insülin iğnelerini unutmuş. Otele geri döndük. Saat 07.50, Zigana geçidine doğru yola çıktık. Yaklaşık 45 dakika yolculuk yapacağız. Değirmendere'yi solumuza alip dereyi takip ediyoruz. Değirmendere, yukarılara doğru Coşandere ,daha da ileride Meryem Ana deresi olarak isim değiştiriyor. Yine yeşil, yine dereler... saat 08.20, Maçka ilçesine girdik. İlce Trabzon'un iç taraflarında kalan ender ilçesinden biri. Eski ismi makçukaymış.Anlamı dağ yamacı demekmiş. 1924 yılına kadar Rumların ağırlıklı olduğu bir merkezmiş. Buna etken tabii ki manastıra yakınlığı. Mübadele sonunda bölgede rum kalmamış.




Zigana geçidine giderken sağ tarafta Vazelon manastırı var.Burası Sümela gibi ayakta kalamamış . Sümela manastırıyla aynı zamanlarda aktif durumdaymış. Daha cok vaftiz kayıtlarının yapıldığı manastır olarak görev yapmış. Zigana dönüşünde Hamsiköy'de sütlac yiyecegiz. Hamsiköy, beş köyün toplanmasıyla oluşmuş bir köy. İsmi buradan geliyor. Arapça beş hams demekmiş. Köy ipek yolunun duraklarından biri. Zigana geçidi açıllmadan Karadeniz'i doğu Anadolu'ya bağlayan yol Hamsiköy'den geçiyormuş. Tünel 1989 yılında açıldıktan sonra, onbir saat olan Erzurum-Trabzon arası dört saate düşmüş. Zigana Dağları 2700 metrelerde geçit verir. Geçitin uzunluğu 1700 metre. Hamsiköy'un ünlüsü sadece sütlaç değil, aynı zamanda Volkan Konak da Hamsiköy'lü.











Zigana tünelinin iki ucu arasinda 100 metre rakım var. Genelde bir ucu yağmurlu ise diğer ucu günlük güneşlik olabiliyormuş. Tünelden çıktığınız anda bitki örtüsü de değişiyor. Hamsiköy'de Saadettin Usta'nın yerinde meşhur sütlacı yedik. Ama neden meşhur anlayamadık. Bildiğimiz fırında sütlaç. Sütlaç burada ticari bir kaynak olmuş. Bu saatte yemeseydik daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Korkarım biraz kilo aldım. Ne kadar dikkat etsek de kaçıyor. Dünden kalan bir olay anlatayım; Ovit geçidinden aşağı inerken, bir otel var. İsmi Genesis otel. Yanlış anlamayın "Yaratılış" anlamına gelen "Genessis" değil, "Yine sis" anlamında Genesis.Yaratıcı Karadeniz insanı. Altındere milli parkına girdikten sonra, yolun geri kalan bir kısmını yine minibüslerle ve yine Sebastian Loeb'i kıskandıracak manevralarla geçtik. Yolda Sümela manastırını uzaktan fotoğrafladıktan sonra, minibüslerden indik ve yürümeye başladık.



Karadeniz'in çok fazla tarihi eseri yok. Bir Sümela manastırı, bir de Ayasofya. Sümela manastırının tarihi efsanelere kadar dayanıyor. Vaktiyle Atina'da bulunan Meryem Ana'nın ikonası durduk yerde kaybolur. İki tane dine yakın genç, bu ikonayı aramaya çıkarlar ve şu anki Sümela manastırının bulunduğu yerdeki büyük mağarada bulurlar. Burada bir ibadethane kurarlar. Daha sonra bir sürü irili ufaklı eklemelerle burası manastıra dönüşür. Manastır en şaşalı dönemini Kommenoslar döneminde yaşar. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Karadeniz'i fethettikten sonra manastırı koruma altına almıştır. Yavuz Sultan Selim, otuz küsür sene Trabzon valiliği yaparken burada yaralanmıştır. Rahipler manastırda kendisini misafir edip tedavi etmişlerdir. Yavuz Sultan Selim ise bunun karşılığı olarak dört adet altın şamdan hediye etmiştir. Zaten o dönem manastır bağışlarla yaşamını idame ettirmekteydi. 1924 yılına kadar aktif faaliyet gösteren manastır, bu tarihten itibaren boşaltılmış ve 1970 yılına kadar atıl durumda bırakılmıştır. Bu zaman zarfında çobanların konaklamak için kullandıkları yer olmuştur. Çobanların ısınmak için yaktıkları ateşten dolayı çıkan yangınla manastır ciddi zarar görmüştür. Sonradan yapılan restorasyonun da çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.



Şimdi burada bir saptama yapalım; Bizim dışımızda tüm Dünya'nın kültürel miras olarak görüp koruyacağı manastır içindeki fresklerin üzerinde yüzlerce isim yazıyor. Bunun psikolojik boyutu nedir, bilmiyorum ama tarihe geçmek isteyen sünger beyinlilere, bunun böyle olmayacağını anlatmak lazım. Vandalizmi bu kadar benimsemiş bir grup insan yüzünden topraklarımızın geçmişi yok oluyor. Biz fresklere geri dönelim. Öncelikle fresk ile ikona arasındaki farkı açıklamak istiyorum. İkona yerinden sökülüp götürülebilen resimlerdir, yani bir nevi tablo. Fresk ise duvarlara yapılan resimlerdir. Manastırdaki fresklerde insanlığın başlangıcından yani Adem ve Havva'dan itibaren oluşan gelişmeler anlatılıyor. Ademile Havva'nın yasak elmayı yemesi, İsaPeygamberin doğumu, vaftizci Yahya, İsa'nın arkadaşı Lazarus'u ölümünden üç gün sonra diriltmesi, 7. İznik konsülü gibi gelişmeler anlatılıyor.



İsmail'in de dediği ve benim de katıldığım bir tespitten bahsedelim; Herkes gçrmüştür manastırın uzaktan resmini muhakkak. Muhteşem sayılacak bir görüntüdür. Bu görüntünün tam tersini düşünün, iite manastırın içi bu kadar kötü. Buna sebep kötü restorasyon.


Şehir içerisindeki Ayasofya Kilisesine geldik. Kilisenin restorasyonla birlikte ortaya çıkan freskleri iyi durumda. Öncelikle freskler niye bu kadar iyi durumda ondan bahsedeyim. Fatih, 1461 yılında Trabzon'u fethettiği dönemde İstanbul'da olduğu gibi Ayasofya'yı cami yapmış. Kilisedeki duvarları da camiye uysun diye sıvamışlar doğal olarak. Böylece günümüze kadar freskler bozulmadan ulaşmış. Türkiye'de üç tane Ayasofya var; İstanbul, İznik ve Trabzon. Ayasofya ismi, "Kutsal bilgelik" anlamına gelen "Hagia sophia" dan geliyor. 1204 yılında İstanbul'un işgalinden dolayı İstanbul'dan kaçan Bizans beyliğinden iki soylu prens bu bölgeye gelir. Teyzeleri olan Gürcü prenses Tamara'nın yardımıyla kurdukları Kommenos Devleti bölgede hüküm sürer. Ayasofya fetih ile birlikte cami olmasının üzüntüsünü yaşayan rahipler,bu olaydan sonra siyah giymeye başlarlar. Ayasofyanın özlemini duyan rahipler Trabzon'daki kiliseyi yaparlar. Geri kalan hikaye ayni 1958-1962 arası restorasyon. Oncesi atıl durumda bir cami. 1964 yılında müze olmuş. Kilit taşı üzerinde doğuya bakan Kommenos'ların simgesi olan kartal kabartması var. Ve her sonradan camiye dönüştürülen yapılarda olduğu gibi girişte cin suresi yazılı.



Hristiyan dininde iki çok kutsal melek vardır. Bunlar Tanri'yla direk temasa geçebilirler. Bu iki melekten biri dört kanatlı, diğeri ise altı kanatlıdır. Bu kanatlardan ikisini uçmak için kullanırlar. Diğerleri yüzünde ve bedenindedir. Bu en yüksek mertebededeki meleğin ismi Seraphim'dir. İşte Ayasofya kilisesinin tavanında bu iki meleğin tasvirleri bulunur. Türkiye'de sadece burada va İstanbul'daki Ayasofya'da bulunur. Oradaki de yeni ortaya çıkarılmış ve burada seraphim'in yüzü de görünmektedir. Bu meleklerle ilgili beni bilgilendirdiği için Ümit arkadaşıma teşekkür ediyorum.






Miletoss'lular şehre ilk geldiklerinde Trabzon kalesini yamuk bir masaya benzetmişler ve bu anlama gelen Trapessus demişler. Günümüze kadar bu isim Trabzon olarak gelmiş.


Daha sonraAtatürk köşküne geçtik. Köşk 1898 yılında Rum Konstantin Kabayanidis tarafından yapılmış. 1924 yılında mübadele sonucu evini terketmek zorunda kalmış. Atatürk 1924, 1930 ve 1937 yıllarında Trabzon'u ziyarete gelmiş. Bu köşkü çok beğendiğinden kendisine hediye edilmiş. Atatürk'ün burada verdiği iki önemli karar var. 1937 yılında vasiyetini burada yazmistir ve yine 1937 yılında Dersim isyanında burayı karargahı olarak kullanmıştır. Hatta bu isyanı bastırmak için 1934 yapımı, üzerinde kendi yazısıyla taktiklerini yazdığı bir harita mevcut. Haritada o zamanlar Hatay bize bağlı olmadığından sınırlarımız dışında görünüyor. Atatürk'ün vasiyetine gelince, Atatürk tüm mal varlığını kendi halkına bağışlamış ama Atatürk ölünce devlet burayı manevi kızı Makbule Hanım'a devretmiş. Daha sonra 1943 yılında Atatürk müzesine dönüştürülmek üzere 10000 TL. istimlak bedeli ödenerek satın alınmış. Köşkte resim çekmek yasak olduğundan -ki bana göre doğru bir karar. Biz flaşsız resim çekmeyi bile beceremiyoruz- fotoğraf çekemedik. Ama müze oldukça iyi durumda. Çıktıktan sonra karayemiş hırsızlığı yapmaya çalıştık ama bulamadık.


Artık istikamet Fatsa. Otele kadar üç saatlik bir yolumuz var. Oteli ve gecirdiğimiz akşamı da yarın yazariz artık.



7 Ağustos 2009 Cuma

4. GÜN

Dün gece Paluri otelde kaldık. Paluri, ateşten sıçrayan kıvılcım demekmiş Lazca. Bu adın verilmesinin nedeni , otel inşaat halindeyken yangın çıkmış. Palur otel olacakken, Paluri olmus. Palur da zaten Hopa'da bir dağ ismi. Otel yeni ama hala yangından kalan bir koku var. Bunun dışında iyiydi. Saat 07.00 gibi yola çıkıyoruz. İstikamet Uzungöl. Yaklaşık iki saatlik yolumuz var. Bugün artik önden üçüncü koltuğa geldik. Yarın en ondeyiz,yaşasın. Yolumuz uzun birazcık. Aslında Uzungöl, Solaklı deresinin heyelan sonucu kapanması sonucu oluşmuş bir göl. Uzungol Çaykara ilçesine bağlı. Virajli bir yol ama düzgün bir yol. Sağlı sollu mısır tarlaları arasından geçiyoruz.





Uzungöl hakkında çok fazla bilgim yoktu buraya gelene kadar ama sanirim buyuleyici bir guzelliği var, öyle tahmin ediyorum. Uzungöl güzel bir yer. Solaklı deresinde olan heyelan sonucu göl ortaya çıkıyor demiştim. Galiba bu yüzden suyu çok berrak değil. Gölün manzarası çok güzel. Resim çektirecekseniz caminin tam karşısından çektirin, boylece camiyi, gölü ve ufacık adayı da ayni resim içerisine alabilirsiniz. Gölün sağ kenarına duvar yapılmış. Bu duvar bir ara kamuoyunu ciddi bir şekilde meşgul etmişti. Gölün yanına 12 metrelik yol açılmış. Bu yol açıldığı için sel ve heyelan baskınlarını önlemek için de bu yüzkarası duvarı inşa etmişler. Uzmanlar tarafından bu duvarın gölün ekosistemini bozduğu söylenmekte. Çirkinlik abidesi bu duvarın görüntüsünü biraz olsun güzelleştirmek için, duvarın tamamını sarmaşık ile kaplamaya karar vermişler. Makyaj yapılacak yani. Çirkin duvar yoktur, az sarmaşık vardır... Uzungöl'den yukarıya, Yente Yaylasına çıkıyoruz. Yol o kadar dar ki, karşıdan araba gelmemesi içİn dua ediyoruz.



70-80 metrelik uçurum kenarında süratlice gidiyoruz. Sağ tarafa oturmakla hata ettim. Uçurum kenarında gitmek iyi degil. Sonunda arkadaşım yer değiştirmek istedi, kurtuldum. Tırmandıkça yine ağaçlar bitmeye başladı. Buralar TV'de ya da resimlerde gördüğümüz Alp'lere daha çok benziyor. Uçurumların yüksekliğinden bahsetmek gerekirse, coğu arkadaşlar artık bakamayacak duruma geldi. Yok biz şöför falan değiliz. Bu nasıl araba sürmektir böyle, helal olsun. Yente yaylası,dünkü gördüğümüz yukarı Kavrun'dan daha iyiydi. Hava güneşli ama soğuğu hissediyorsunuz. İsmail'le birlikte küçük bir tepeye tırmandık. Ciğerlerimiz tepede kaldı. Bir tek ağızdan solunum yapılmıyormuş, öğrendik;)


Aşağı inerken Uzungöl'ü yukarıdan resimledik. Manzara inanılmazdı. Zaten resimlerin bir kısmını facebook'a koyuyorum. Yoldan inerken karsıdan gelen kamyonete yol verdik. Biz uçurum kenarındaydık. Abartmıyorum uçurumla aramızda 20-30 cm. Kaldı. Minibüsten buram buram ayet-el kursi kokuları çıkıyordu. İnan kardeşlerde yemeğimizi yedik.
Rize fasulyesi yedik ama fasulideki gibi değildi. Güzel değildi. Uzungöl yürüyüş için ideal bir parkur. Doğası güzel ama resimlerde daha güzel çıkıyor. Buraya gelirken resimlerin beklentinizi yükseltmesine müsaade etmeyin. Saat 13.30 ve biz Ovit geçidine doğru yola çıkıyoruz. Yukarıya çıkış iki buçuk saat sürüyor, iniş de bir o kadar sürüyor. Bakalım gittiğimize değecek mi? Laz fıkraları anlatan bir cd dinliyoruz yolda. İkizdere vadisinin içlerine doğru giriyoruz artık ve inanın ki göğsümüz daralıyor. Hidroelektrik santrali için vadi katlediliyor. Güneşin ve rüzgarin bu kadar çok olduğu bir Ülkede hala hidroelektrik santrali yapma inadı niye, anlayamıyoruz. Bu kadar güzel bir vadi, inşaat alanına dönmüş. Yazıklar olsun, diyecek baska bir şey yok. İki gün önce yine buraya gelmeye çalışmıştık, heyelan yüzünden gelememiştik. Bugün heyelanın izlerini görüyoruz. Bazı yerlerde geçiş tek şerit üzerinden veriliyor. Güneyce beldesinden geçiyoruz. Burada erkekler calışmaz, kadınlar çalışıyor. Beldenin ana caddesinde sağlı sollu kahveler var. Erkekler kahvede oturuyor kadınlar çalışıyor. Rehberimiz kahvelere fikir kulübü diyorlar. Fikir üretiyorlarmış kadınlar çalışırken.

İkizdere boyunca ilerliyoruz. İki derenin birleşmesinde oluşuyor. Bu dereler ; Cimil ve Çamlık dereleri. Bu yüzden İkizdere diyorlar. İkizdere'ye girdik. Üç büyük aile yaşıyor burada. Bunlardan en tanınmış olanları Ekşioğulları ve Biberoğulları. İkizdere, Türkiye'de dağ horozunun yaşadığı tek yer. Tepelerde kar daha geç eridiği için zamanla bu karda ufak ufak kurtcuklar ürüyor. Dağ horozu bu kurtçukları yiyerek besleniyor. Son zamanlarda yanlış avlanma yüzünden nesilleri tükenmeye yüz tutmuş. Vakti zamanında buraya Hollanda'lı turistler geliyor. Köylüler bunların elindeki broşürlerde dağ horozunun resmini görüyorlar. Bu horozun burada yaşadığını söyluyorlar. Boylece dağ horozunun İkizderede yaşadığı Dünya kamuoyuna duyruluyor.


İkizdere de yanyana iki cami var. İki ekşioğulları'ndan vatandaş kavga ediyorlar. Biri diğerine 'Bundan sonra senin gittiğin camiye bile gitmem' diyor. Ve cami yaptırıyor. Hatta yanyana köprüler bile var. Kavga ediyorlar ve yeni köprü yaptırıyorlar. Aslında bugun sıkıcı geçti. Çünkü uzun süreler otobuste kaldık.


Ovit geçidi Erzurum ile Rize'yi birbirine bağlayan bir geçittir. Ovit geçidinden hemen sonra İspir geliyor. Dört saatlik bir yolculuktan sonra Erzuruma varılıyor. Ovit geçidinin yüksekligi 2600 metre. Bu turda çıktığımız en yüksek rakım.


Anzer balının üretildiği karakovanlara geliyoruz. Arıcılıkta iki türlü kovan vardır. Birincisi fenni kovan ki bu kovana arıcılar müdahale edebilir, arılara şeker verebilirler. Diğeri ise kara kovan balcılığı. Kara kovanlar kestane agacından küp şeklinde yapılır. Kestane agacının özsuyu kovanı karartır. Bu kovanlara bir kaç delik açılır. Arılar bu delikten girer ve bal yaparlar. Bu ballar ağustos ayının ikinci haftası sağma yöntemiyle toplanır. Anzer balı için kafkas arıları kullanılır. Sebebi, bu arıların boruları daha uzun, daha dayanıklı ve bir de uçuş menzili diğer arıların iki kilometreyken, kafkas arılarının altı metredir. Anzer balında yaklaşık 350-400 polen ceşidi vardır. Bunun yaklaşık 80 ceşidi sadece anzerde yetişen çiçeklerindir. Burada toplanan ballardan numuneler Hacettepe'ye gider ve tahlil edilir. İçinde şeker varsa burada tespit edilir. Eğer orjnal bal ise Çiçekliköyü tarım kooperatifi etiketiyle satılır. Satılır dediysem de bulamayız, çünkü büyük bir kısmı ihrac ediliyor, geri kalanlara da ulaşabilmek icin nüfuslu tanıdıklarımızın olması gerekir. Geçen sene bulabilenler için kilosu 450 TL. den satılmış. Karakovanlar uçurumun dik yamacına yerleştirilmiş halde duruyor. Ovit geçidinde yapabileceğimiz en büyük hatayı yaptık. Siste buzul gölüne gitmeye çalıştık. Belli bir noktaya kadar grupla gittik. Grubun başı sonunu görmüyordu. Görüş mesafesi neredeyse beş metreye düştü. Rehberimiz gölü bulamadı, Ufaktan bir kaybolma krizleri yaşadık. Sonunda toparlanabildik. Hepimiz donmuş bir şekilde otobüse koştuk. Yok bu Ultimate survival durumları bize göre değil, en azından bana göre değil.




Yol üzerinde bir kahvede mola verdik, sıcak çaylar iyi geldi. Biraz da gülelim... Tabi bu kadar soğuğu yedikten sonra herkesin tuvaleti geldi. Ovit geçidinden dönerken herkes soğuktan donmuşken ihtiyaç molası verdik. Tuvalete doğru koşuyoruz. Erkeklerde ilk ben yaklaşıyorum WC'ye. Önümde iki hanım arkadaş var ama tuvalete geldiğimde erkekler tuvaletinin ikisinin de kapısı kapandı. Ben "Arkadaşlar yanlış tuvalettesiniz" dedim. Hanimlardan biri çıktı. Diğer arkadaşımızın verdiği cevap aynen şöyle; " Çook geç". Tabii arkadan bir sürü erkek geldi tuvalete. Bu hanım arkadaşımızın tuvaletten kaçarak çıkmasını görmeniz lazımdı. Neyse gün en azından problemsiz bir şekilde bitmek uzere. İstikamet Trabzon. Bu gece Trabzon'da konaklıyoruz ama sanırım gruptan bir çok kişi hastalanabilir. Bugünümüz de böyle bitti.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

3. GÜN


Sabah 06.00'da start verdik bugÜn. Dedeman'da yabancı bir turist kafilesi vardı. İşin kötüsü onlara verilen hizmet bize verilmiyor. Dün gece canlı müziği bile durdurabildiler. Hoş müzik restoran bölümünde çalınıyordu ama ne olursa olsun, bizim onlara gösterdiğimiz saygıyı biz de istiyoruz. Dedeman kötü bir otel. En kötüsü ise duşları. Banyo kötü durumda. Kahvaltıda bile herkes istediği masaya oturamıyor. Müslümanlarla yahudiler arasında haremlik selamlık yapıyorlar. Rezil, çok rezil. Bir önceki otelimiz üç yıldızlıydı ama daha güzeldi. Otobüsteki rotasyon sayesinde bugün biraz daha önlere yaklaştık. İki gün sonra en önde oturacağız. Bugün program bayağı yoğun. Hava da çok güzel. Umarım her tarafa gidebiliriz. Açıkcası bugüne kadar gezi daha başlamadı gibi hissediyorum. Evet yeşillik görmek çok güzel ama biraz daha tarih görmek istiyorum. Gerçi tarihi eserlerin çok olmadığı bir bölgedeyiz. Fakat yine de doğayla içiçe olmak da çok güzel. İstikamet Çamlıhemşin. Yaklaşık bir saatlik yolumuz var. Karadeniz illerinde binalar çok yüksek. Sanırım müsait alanlarin yetersizliğinden böyle tercih ediliyor. Çay bahçelerinin uzaktan görüntüsü, dağları sık bir biçimde brokoli ile kaplamışlar gibi duruyor. Rize'deki bir diğer ilginçlik ise, bazi dükkanların yaş çay karşılığı takas yapmalari. Örneğin bir mobilya dükkanında "yaş çay karşılığı mobilya verilir" yazıyordu. Bir diğerinde ise "yaş çay karşılığı kumanya verilir" yaziyor. Parayı bulan devletin topraklarından takas sistemine geri dönülmesi manidar. Çamlihemşin'e giderken yeşillikler arasından akan bir sürü irili ufaklı çaylar görüyoruz. Saat 08.30, Çayeli'ne girdik. Hava yine kapatti. Tekrar söyleme ihtiyaci hissediyorum, bu kadar güzel yemyeşil bir doğada, bir o kadar çirkin binalar çok kötü duruyor. Melyat deresini geçtikten sonra, Lazların yaşadığı topraklara girdik.
Pazardan itibaren Fındıklı, Arhavin, Hopa ve Çamlıhemşin daha çok yaşadıkları yerlerdir. Bir de Hemşin'liler vardIr buralarda yaşyan. Hemşin'liler daha çok yukarılarda yaşarlar. Lazlar ise daha çok sahilde yaşarlar. Hemşin'liler ülkemize pasta ve yayla kültürünü getiren millettir. Pazar ilçesinden geçiyoruz. Burası Hemşin'liler ve Lazlar arasında serbest bölgedir. Hemşin'liler buraya gelip alışverişlerini yaparlar, cünkü burası Hemşin'lilerin yoğun olarak yaşadığı bölgedir. Kendilerine yakın olan ama Laz'ların yoğun olduğu Ardeşen'den alışveriş yapmazlar. Anladığınız gibi Lazlar ile Hemşinliler de anlaşamıyorlar. Pazar ismi ise, daha önce burası esir pazari olarak kullanıldığı için verilmişr.. Frtına vadisindeyiz. Dünya üzerinde korunmaya alınmış 200 yerden biri. Karadeniz de 2400 çeşit bitkinin 1200 çeşiti bu vadide. Yol kenarında ilkel teleferikler var. Bunlara vargel deniyor. Pancar motorla çalışiyorlar. Yayla evleri ahşaptan yapılmıs tek katli yapılar. Fırtına deresi raftinge müsait bir dere. Yörenin çalgı aleti tulum. Oğlaktan yapılıyor. Ön ayaklarının olduğu yere lülük denen flütler
takılıyor. Üfleyerek içi hava ile dolduruluyor ve çalınmaya başlanıyor.


Yol üzerinde kivi bahceleri de görmeye başladık. Yaylalarda çok sis olurmuş. Eger sisde kaybolursanız, bir tane inek bulun. İneğin yanından ayrılmayın. Ergeç akşam saatlerinde inek muhakkak bir eve gider. Ayı görürseniz yokuş aşagi koşun, ayı ön ayaklarının kısa olmasından dolayı sizi takip edemez. Domuz gördüğünüzde ise, zikzak çizerek kaçın. Bakalım yaylada başımıza ne gelecek. Koruma alanındaki vadide otel inşaatı var. Tahmin edin nasıl izin almışlar. Çamlıhemşin'e girdik. Tarif etmem mümkün değil.Yüzüklerin efendisindeki orta dunyada yasiyoruz gibigeliyor şu anda .


Yola minibüslerle devam ediyoruz. Minibüs şöförümüz çok kafa bir adam. Bayağı eğlenecegiz. Yok adam cok alem. Bu kadar lazını görmemiştim. Malatya'lıları sevmiyormuş, yandık. Şöförümüzün ismi yandim Ali. Çamlıhemşin'den yaklaşık on kilometre yukarıda Ayder yaylasına çıkıyoruz. Dağların arasından çok güzel ve bakımlı bir yoldan yukarı çıkıyoruz. Kulaklarımızda yükseklikten dolayı basıncı hissediyoruz. Ayder'in girişinde sağlı sollu oteller ve pansiyonlar var. Ayder yaylası , yayladan daha çok turistik bir yer olmuş. Gelintülü şelalesinde mola verdikten sonra, yukarı tırmanmaya devam ediyoruzYaklaşık 400 metreden dökülen bir şelale.İsmi ise döküldüğü yerin 3-4 metre üstünde suyun şekili gelin duvağı tülüne benziyor diye gelin tülü deniyor.

Yol artık çok bozuk, uçurum kenarında gidiyoruz. Böbrek taşı ya da vücudumuzda herhangi bir şey kalmadı. Organlar yer değiştirdi. Burada minibüs sürmek çok zor. Bizim şöför Sebastian Loeb'i kıskandıracak manevralar yapıyor. Ne şartlarda yazdığımı tahmin bile edemezsiniz. İnsanlar yaylayanasıl çıkarlarmıs hayret. Biz ki iki ağaç gördük mü yeşillik diyen nesil, buralarda yeşil şoku yaşar. Şu an benim yaşadığım gibi. Dağlarin zirvelerinde kar görmeye başladık. Ağaçlar bitti. Bu kadaryüksekte oksijen nispeten az olduğu için ağaç yetişmiyor.












Yukarı kavrundaki gezimizi bitirdik. Hava sıcaklığı yaklaşık sekiz dereceydi. Yukarı kavrun, Kaçkar dağlarının başlangıcı olduğu için, dağcılar burada konaklarlarmış. Zaten küçük bir pansiyon var burada. Dün gece kar yağmış Kaçkar'a. Daha sonra bir grup aşağıya doğru yaklaşıkk kırk dakika yürüdük.Hayatımda yaptığım en güzel yürüyüşlerden biriydi.

Doğu ladin ağaçları arasından iniyoruz. Şöförümüz Ankara havası çalmaya başladı. Karadeniz'de Ankara havası... Yaylaya çıkış ve iniş zor bir sürec. Yine de yukarıda gördüklerimiz için değerdi. İsmail'in keçi damarı tuttu dağların tepelerindeki sislerin içine girmek istedi, çıkamadı çünkü zamanımız yoktu. Keşke buralar yakın olsa da yürüyüş yapabilsek. Gerçi yakın olsa bu kadar güzel kalır mıydı, tartışılır...

Ayder yaylası tamamen ticari bir yer olmuş. Doğa hala güzel ama çirkin yapılaşma burayı da etkilemeye başlamış. Korunmaya alınmış bir bölgede otel inşaati, yeşilin göğsüne hançer gibi saplanmış. Ayder'den yukarı Kavrun yaylasına çıkıp inmek için sağlam mideniz olması gerekir. Şimdi fırtına vadisinde, dere restoranda yemek yiyeceğiz. Muhlama, alabalık ve kara lahana çorbası. Bakalım yemekler ne durumda?








Havanın temizliği biz karbonmonoksit bağımlılarını çarptı. Ortak kararımız muhlama oldukça başarılı. Balık normal alabalıktı. Kara lahana çorbası damak tadımıza uymadı. Lahana sarması beğenildi. Mısır ekmeği de çok güzeldi, altı ve üstü sert değildi, tadı güzeldi. Restoran guzeldi. Saat 15.20, Zilkale'ye doğru minibüslerle yola çıktık. Zilkale'ye giderken ilginç yapılar gördük. Dört tane kalın yuvarlak direk düşünün, bu direklerin ustune evi oturtun. Bu aslında erzak deposu. Serander deniyor bu yapılara. Fareler giremesin diye yapılıyor. Direkler de metal saclarla kaplanıyor. Böylece fare tırnağını geçirip çıkamıyor

. Burada alfabedeki harf sayısı gerçekten düşüyor; "B" harfi "P" oluyor, "D" harfi "T" oluyor gibi. Şiveleri çok ağır ama çok güzel. Bugün ki gezi sarstı bizi. Taşlık yollarda minibüsle gitmek zor. Zil kale, ipek yolu üzerinde bulunan Türkiye sınırları içindeki bir kaç karakoldan biri. Komenoslar yapmışlar ama ticareti iyi bilmediklerinden, ticarette usta olan Ceneviz'lilere devredip vergi almışlar. Geçen seneye kadar harabe durumdaki kale restore edilmiş ama restorasyonu ben beğenmedim.

Zilkale yolunda birkac tane taş köprü var. Mostar köprüsünün minyatur halini düşünün, ona benziyor. TOKİ buralara da girmiş betondan siteler yapmış, çirkin... Artık rotamız Sarp sınır kapısı. Saat 18.00 , Fındıklı'dayız. Asıl Lazlar buradan itibaren yoğunluklu yaşıyorlar. Fındıklı'da guatr araştırma merkezi var. Zaten tiroit hastalıkları bölgede yoğun olarak görülür. Arhavin Cengiz Kurtoğlu'nun memleketindeyiz. Şehir içinde karayemiş ağacları var. İdrar söktürücü ve şekere iyi geldiği söyleniyor. Hopa küçük ama şirin bir sahil ilçesi. İrili ufaklı oteller var. Sarp sınır kapısından dolayı. Sınır kapısından önceki son ilçemiz Kemalpaşa ve hemen ardından sınır kapısı geliyor. Burada resim çektikten sonra otelimize geçtik. Yemekleri tatmadim. Gece de otel görevlileri horon izlettiler bize. İlginçti. Bugünlük de bu kadar...Horon videosununun linki aşağıdadır;


http://www.youtube.com/watch?v=SDz7sGoE6M0


Not: Tüm resimler bana ait değildir. Bazı yerlerden bahsederken ya resmini çekmemişiz ya da güzel çıkmamış. O yüzden bazı resimler internetten alınmıştır.